11 Haziran 2015 Perşembe

YÖNETİCİ VE İDARECİ OLARAK PEYGAMBERİMİZ HZ.MUHAMMED (SAV)



YÖNETİCİ VE İDARECİ OLARAK PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED (SAV)

Hz. Muhammed (sav)’in peygamberlik misyonu, ferdî ve manevî hayatın olduğu kadar sosyal ve maddi hayatın da mükemmellik ölçüsünü ortaya koymayı, her iki alanda da insanlara kılavuzluk yapmayı kapsamaktadır. Müslümanlar inançları gereği Hz. Peygamber'in her iki alandaki kılavuzluk ve otoritesini kabul etmekle birlikte, İslâm dünyasında onu tanıma ve anlama konusunda genellikle yeni bir sosyal düzenin kurucusu olarak gösterdiği faaliyetlerden çok ferdî ve manevî hayata kılavuzluğuna alaka duyulmuş, hayatıyla ilgili literatür de daha çok bu istikâmette gelişme göstermiştir. Esasen tarih boyunca Müslüman toplumlarda sosyal hayatın Kur'ân ve Sünnet'te belirlenen temel esaslar çerçevesinde şekillenmiş bulunması da insanların bu yönelişlerinde etkili olmuş, manevî olgunluk, erdemli bir ferdî hayat kadar düzenli ve huzurlu bir sosyal hayat için de ulaşılması gereken bir amaç olarak görülmüştür. Batı dünyasında ise din ile hayatın maddi alanlarını birbirinden ayıran yaygın telakkî çerçevesinde peygamberliğin yalnızca ferdi ve manevi hayata kılavuzluk şeklinde kabul edilmesi, Hz. Peygamber'in sosyal misyonunun ve tarihi rolünün kavranmasında karşılaşılan ciddi zorlukların başında gelmekte ve dolayısıyla Resûlullah sosyal ve siyasal hayata fazla angaje olmuş görülmektedir. Bir diğer problem de Batı'nın yüzyıllar boyunca karşı karşıya kaldığı ve savaştığı rakip bir uygarlığın kurucusu olarak Hz. Peygamber hakkında ortaçağ boyunca teşekkül eden önyargılardan ve menfî tasavvurdan hâlâ kurtulamamış olunmasıdır.

Dünya çapında büyük yankılar uyandıran bir hareketin önderi olarak Hz. Peygamber'in olağanüstü başarısı, manevî ve maddi olmak üzere iki sâikle izah edilmeye çalışılmıştır. Genelde din âlimlerinin ve diğer Müslümanların benimsediği birincisi, Allah tarafından peygamber olarak seçildiği ve dolayısıyla başarısının ilâhî kaynaklı olduğu; Batılı araştırmacılarla tarihçilerin izlediği ikincisi ise başarısının tarihî ve diğer tecrübî sebeplere dayandığı, bu konuda dikkat çekici liderlik vasıfları ve karizmatik şahsiyetinin etkili olduğu yolundadır. Hz. Peygamber'in İslâm'da örnek kabul edilen ideal kişiliği ile tarihî kişiliğini yansıtan iki yönü zorunlu olarak birbiriyle çelişmez; aksine bunların her biri kendi araştırma yolunu ve analiz yöntemini izleyen iki ayrı sorgulamayı gerektirir. Allah'ın, elçisine yardım ve desteği inanan için tartışılmaz olmakla birlikte Resûlullah'ın başarısını izahta sahip bulunduğu üstün vasıfları göz ardı etmek, onun bir insan olarak büyüklüğünü sadece ilâhî mesajı nakleden önemsiz bir vasıta seviyesine düşürme riskini taşır.

Resûlullah'ın bütün üstün yetenek ve vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığına ve tabiatüstü özelliği bulunmayan bir insan gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğüne işaret etmek gerekir. Aksi halde onun hayatı Kur'ân-ı Kerim’de de belirtildiği üzere insanlık için mükemmel bir örnek olarak mülâhaza edilemezdi. O karakter, ahlâk, arzu ve eğilimleri farklı olan bütün insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ferdî ve sosyal ihtiyaç ve sorunlarını giderecek bir ruhi ve fikri olgunlukla donatılmıştı. İzlediği siyaset de bütün fert ve toplumları kapsayan ve bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Hz. Peygamber'in insanlık tarihinde siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu beşerî kılavuzluk ve önderlik vazifesinin bir gereğidir.

Hz. Peygamber'in görevi sadece kendisine verilen vahyi tebliğ etmekten ibaret değildi; tebliğ ettiği dine insanları davet etmek, dinin esaslarını açıklayıp bizzat yaşamak (el-Bakara 2/151, Âl-i İmrân 3/164, el-Cum'a 62/2), gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek (en-Nisâ 4/105) ve yeni bir toplum modeli oluşturmak da onun görevleri arasındaydı. Zira peygamberliğin amacı yalnızca belli esasları insanlara bildirmek değil, ferdi ve toplumsal planda bir dönüşümü de sağlamaktır.

Allah Resûlü, bir insan, bir kul olmakla birlikte kendisine verilen vazife ve bu vazifenin kazandırdığı manevî şahsiyet, onu diğerlerinden ayırmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm bir taraftan Hz. Peygamber'in beşeri tabiatına vurgu yaparken diğer taraftan da onun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini kesin şekilde belirtir. Allah'ın kendisine itaatle birlikte ona itaati de emretmesi ve eğer inanıyorlarsa insanların anlaşmazlık konularını hükme bağlamak için Allah'a ve elçisine götürmelerini emretmesi (en-Nisâ 4/59), siyasi ve hukuki alanlarda onun otoritesini kabulün, imanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu da gösterir. Daha önceki peygamberlere Allah tarafından hikmet (bilgelik) ve mülk (hükümranlık) bahşedildiğinin belirtilmesi (el-Bakara 2/251, en-Nisâ 4/54, Sâd 38/20), bunların bir peygamber olarak onun için de söz konusu olduğunu ima eder. Ancak Kur'ân'da Hz. Peygamber için mülk tabiri yerine “hükm” kelimesi kullanılmıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir rivayette kaydedildiği üzere Allah Teâlâ Resûlullah'ı "hükümdar-peygamber" ile "kul-peygamber" olma arasında muhayyer bırakmış, o da Cebrail'in Allah'a karşı tevazu göstermesi yolundaki tavsiyesi üzerine "kul-peygamber" olmayı tercih etmiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II, s. 231). Hz. Peygamber bir defasında huzurunda bulunan birinin korkuyla titremesi üzerine "Sakin ol, ben hükümdar değilim" buyurmuştu (İbn Mâce, "Et'ıme", 30; Muttakî el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, Haydarabad 1314, c. VI, s. 88).

Hz. Peygamber'in örnek bir İslâm toplumu kurması, ancak otoritesi sayesinde mümkündü. Yukarıda belirtildiği üzere ümmetin lideri olarak onun Müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur'ân'da “hükm” ve benzeri kavramlarla ile ifade edilmiştir (en-Nisâ 4/60, 65). Bu ayetler Hz. Peygamber'e itaatin somut ifadesini, onu hâkim kabul edip verdiği hükmü tartışmasız benimsemek şeklinde ortaya koyar. Allah'a itaat Hz. Peygamber'e itaatin temeli olurken, Hz. Peygamber'e itaat da Allah'a itaatin tek görünür kanıtıdır: "Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ 4/80). Onun peygamberlik görevi tamamen fikri ve ruhi öğütle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından, kendisine itaat sadece ibadet vs. alanında değil, sosyal hayatta da söz konusudur. Bu sebeple Medine döneminde inen ayetler sadece dini alanda değil sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî alanlarda da süratli bir kurumlaşmanın gerçekleşmesine, dinamik bir toplumsal yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır.

İdareci Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)

Kur'an-ı Kerim’in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devleti'nin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklı haksız her hususta ona itaate mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hak'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır. Adalet ve hakkaniyet ölçülerine uyma, O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adalet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve "Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim" buyurdu (Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8,9).

Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet eder; layık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikate uymayan konularda tebanın itaat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itaati gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden, aralarından biri idi.

Hz. Peygamber'in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur'an ayetinde ifade edildiği üzere (el-En'am, 6/57, 62; Yusuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslam idare sisteminde hâkimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idare Allah'a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini ihtiva eden Kur'an-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı Hak'tan aldığı, ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenab-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.

Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed, toplumda Müslümanlar arasında veya İslam devleti'nin tebası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, dava konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davacıyı olduğu kadar davalıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağlıyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyük hassasiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davaların halini bazen ashabının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hz. Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.

Eğitimci Olarak Hz. Muhammed Hz. Peygamber'in temel görevinin dini ve dünyevi tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur (ibn Mace, Mukaddime 17). Hz. Peygamberin eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hale gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenab-ı Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim, benim ilmimi artır!" (Taha, 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarf ederken, diğer taraftan; "Allah’ım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîb et!" (İbn Mace, Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.

Bu ölçüler içerisinde Peygamber Efendimiz ashabını Medine'ye hicretten önce Mekke döneminde Daru'l Er-kam'da, Hicretten sonra da Mescid-i Nebî’de ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tabi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken ve benzeri durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsi ihtiyaçları, ferdi farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi haricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an tilaveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik malumat bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli Müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifade etmekte bir beis görmemişti. Mesela Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda Müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti.

Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Aişe başta olmak üzere Resûlullah'ın zevceleri ve Ashabın âlim hanımları öğretim faaliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti.

21 Mart 2015 Cumartesi

TARİHİN AKIŞINI DEĞİŞTİRENLER: Kahraman Tophane’li Yüzbaşı Hakkı Bey ve Nusret Mayın Gemisi

TARİHİN AKIŞINI DEĞİŞTİRENLER:
Kahraman Tophane’li Yüzbaşı Hakkı Bey ve Nusret Mayın Gemisi

Çanakkale savaşlarında kazandığımız zaferlerin şan ve şerefi, vatanımızın her karış toprağını kanlarıyla yoğuran Kahraman Mehmetçiklerimize ve onların Kahraman komutanlarına aittir.”
Türk ve dünya tarihinin akışını değiştiren ve sonuçları bakımından ‘Milli Kurtuluş Savaşı’ öncesi milli birlik ve beraberliğimizi güçlendiren tarihimizin en önemli safhalarından birini oluşturan 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’mizin 100’üncü yılını bu yıl kutladık.

İngiliz Bahriye Nazırı Winston Churchill, 1930’da ‘Revue de Paris’ dergisine verdiği mülakatta “Birinci Dünya Harbi’nde bu kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde onca ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca neden, Türkler tarafından o gece atılan o incecik çelik halat ucunda sallanan yirmi altı demir kaptır” demiştir.

‘Tophaneli’nin eseri’
Bu olaya ilişkin başka bir mülakatında Winston Churchill, “400 YILDAN BERİ DÜNYA TARİHİNDE TOPHANELİ HAKKI’NIN YAPTIĞINI KİMSE YAPAMADI.BİR GECE ÖNCE TOPHANELİ HAKKI, RUS-BULGAR GEMİLERİNDEN ÇIKARILMIŞ MAYINLARI UMMADIĞIMIZ ŞEKİLDE DENİZE DÖKÜNCE, 18 MART’TA YAPTIĞIMIZ HÜCUM FECAATLE SONUÇLANDI. DONANMAMIZIN ÜÇTE BİRİ SULARA GÖMÜLDÜ, ÜÇTE BİRİ KULLANILAMAZ HALE GELDİ. BAŞARISIZLIK BENİ 25 YIL POLİTİKANIN DIŞINA FIRLATTI. SAVAŞ İKİBUÇUK YIL UZADI, 8.5 MİLYON AVRUPALI ÖLDÜ. RUSYA KOMÜNİST OLURKEN, 30 MİLYON İNSAN HAYATINI KAYBETTİ. RUSYA’NIN ÇİNİ KOMÜNİST YAPMASI 50 MİLYON KİŞİNİN HAYATINA MAL OLDU. BİZ BOĞAZ’I GEÇEMEDİK, İSLAM ÜLKELERİ, HATTA BÜTÜN DOĞULU MİLLETLER BATI’NIN GÜCÜNDEN ŞÜPHE ETMEYE BAŞLADILAR.HİNDİSTAN’I, PAKİSTAN’I, BAGLADEŞ’İ VE DİĞER İSLAM ÜLKELERİNİ ELİMİZDE TUTAMAZ HALE GELDİK. BUNLAR TOPHANELİ HAKKI’ NIN ESERİDİR.” demiştir.

Peki biz Nusret Mayın Gemisi hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz ve Tophaneli Deniz Yüzbaşı Hakkı’yı ne kadar tanımaktayız?

20’nci yüzyıl başında donanma gücü ve savaş gemilerinin öneminin anlaşılması üzerine OSMANLI DEVLETİ donanmasındaki eksikliklerini tamamlamak için modern gemiler satın almak yoluna gitmiştir. Nusret Mayın Gemisi bu amaçla 1910 yılında Almanya’ya sipariş edilmiş 4 Mart 1911’de Kiel’de denize indirilmiş,1912 yılında seyir için son hazırlıklarını tamamlayan gemi 1913 yılında Osmanlı Donanması’na katılarak hizmet vermeye başlamıştır.

1915 Çanakkale savaşlarına damgasını vuran, Türk ve Dünya tarihinin seyrini değiştiren Nusret Mayın Gemisinin asıl adı ‘Nusrat’ olup, ‘Yardım’ anlamına gelmektedir. Nusret Mayın Gemisi 7/8 Mart 1915’te döktüğü 26 mayınla Deniz Zaferi’nin kazanılmasında önemli rol oynamıştır. I. Dünya Savaşı boyunca Çanakkale’de kullanılan bu gemi 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra 8 yıl görev dışı bırakılmıştır.1926’da Gölcük Tersanesi’nde onarılan ve 1955’e kadar Türk Donanması’na hizmet veren gemi 1962’de sivil bahriyeye satılmıştır. Zamanla birçok aksamı değiştirilen gemi, bir süre de kuru yük germisi olarak kullanılmış, 1990 yılında batmıştır. 1999 yılında battığı yerden çıkarılan gemi Mersin limanına çekilmiştir.

2011yılında Gölcük Tersanesi Komutanlığı’nda inşa edilen Nusret Mayın Gemisi’nin bire bir ölçülerindeki örneği halihazırda Çanakkale Deniz Müzesi Komutanlığı’nda sergilenmektedir.
1876 yılında İstanbul’un Tophane Semti’nde doğan Yüzbaşı Hakkı bey, 1897’de teğmen rütbesiyle Deniz Harp Okulu’ndan mezun olmuştur. Mansure Korveti’nde mühendislik eğitimini tamamlayarak donanmanın muhtelif gemilerinde seyir subaylığı ve II. Süvari görevleri sonrasında, sırasıyla Fethiye Kalyonu, Necm-i Fetan, Ordu Gambotları ile devamında 29 Ekim 1914’te Nusret Mayın Gemisi’ne süvari olarak atanmıştır.

Yüzbaşı Tophaneli Hakkı bey, Nusret mayın gemisi komutanı olarak, komutanlarından aldığı emirle, gemideki tüm mayınları mükemmel bir planlama çerçevesinde Anadolu yakasındaki Erenköy önlerinde bulunan Karanlık Liman’da sahile paralel dökerek İtilaf Donanması’nın boğazdan geçmesini engellemiştir. Bu görevden iki gün önce kalp krizi geçiren Yüzbaşı Hakkı mayınların döşenmesinden sonra, Nusret’in düşman projektörlerine yakalanarak başarısızlığa uğrayacağı endişesiyle geçirdiği ikinci bir krizle hayatını kaybetmiştir.

Çanakkale savaşlarında kazandığımız zaferler, Dünya güç dengelerini değiştirmiş, 600 yıllık bir imparatorluğun küllerinden bağımsız bir Cumhuriyet kurulmasına neden olduğu gibi dünyada pek çok ulusa da örnek olmuştur.

Bu zaferlerin şan ve şerefi vatanımızın her karış toprağını kanlarıyla yoğuran Mehmetçiklerimiz ve onların komutanlarına aittir.

Bu dünyadan göçerek ebediyete intikal eden tüm şehit ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, onları rahmet ve minnetle anıyoruz.

Mekanları cennet olsun.

18 Mart 2015 Çarşamba

DÜŞMANDA İMKAN VARDI, MEHMETÇİKTE İMAN. İŞTE BUYDU ÇANAKKALE’Yİ GEÇİLMEZ KILAN



DÜŞMANDA İMKAN VARDI, MEHMETÇİKTE İMAN. İŞTE BUYDU ÇANAKKALE’Yİ GEÇİLMEZ KILAN

18 Mart 2015 ülkemiz ve İslam tarihi açısından farklı bir gün, farklı bir tarih. Dile kolay, Çanakkale destanının üzerinden tam "100 yıl" geçti.İnsanlık ve dünya savaş tarihinin en büyük ve en çetin savaşlarından biri olan Çanakkale Savaşları’nda savaşılan alanın her santimetresini kanlarıyla sulayarak hayatlarını kaybeden, kahraman şehitlerimizi, tamamı ebedi aleme göçen kahraman gazilerimizi büyük bir saygı, rahmet ve minnetle yadediyoruz.

Çanakkale’de  savaşan kahramanlarımız, topraklarımıza, namusumuza, dinimize ve imanımıza  karadan, denizden ve havadan her türlü imkana sahip olarak saldıran düşmanlara karşı, yokluklar ve imkânsızlıklar içinde, canları ve kanları pahasına, kıyamete kadar anlatılacak ve unutulmayacak  bir ders vermiştir. Bu savaşta güçlerini, teknik donanımlarını, silahlarını, ve bozuk zihniyetlerini birleştirerek taarruzda bulunan şer ittifaka karşı, büyük bir mücadele veren Mehmetçik: “Çanakkale Geçilmez-Geldikleri Gibi Giderler ” vecizelerini tarihe kaydettirerek düşmanlarını perişan etmiş çaresizliğe sürmüş ve geldikleri yere geri göndermiştir.

Büyük üstad Mehmet Akif Ersoy’un da şiirinde;
“Kimi Hindu, Kimi Yamyam, Kimi Bilmem Ne Bela…”
diye bahsettiği düşmana karşı savaşan, bugün bu topraklarda yaşayan bizler ve gelecekte yaşayacak nesillerimiz  için canlarını hiç düşünmeden feda eden ecdadımızın temsilcileri olarak 18 Mart’ta başlayan anma günlerini ve kutlamaları içi dolu bir şuurla, hassasiyetle, ve Çanakkale ruhunu yansıtacak şekilde anlamalı,anlatmalı ve yaşatmalıyız.Tarihimize, kültürümüze, milli ve manevi değerlerimize de ancak bu şekilde sahip çıkabiliriz.

Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi ve mağfireti tüm kahramanlarımızın üzerine olsun.

27 Şubat 2015 Cuma

PROF.DR. NECMETTİN ERBAKAN



PROF.DR.NECMETTİN ERBAKAN

Bugün 27 Şubat 2015,

Türkiye’nin yetiştirdiği  büyük devlet  ve dava adamı, ömrünü Türkiye’ye adamış siyasetçi, Ümmet ve cihat şuuruna sahip İslam dünyasının gür sesi, aynı zamanda bilim adamı muhterem hocamız Pror. Dr. Necmettin ERBAKAN’ın  sürgünde yaşadığı  dünyadan; aşkını kalbinde yaşattığı Allah ve Resulüne gidişinin dördüncü sene-i devriyesidir. Mekanı cennet olsun…

Kimin ve Neyin adıdır  Necmettin Erbakan?..Görelim.

-Öncelikle bilim adamı, devlet adamı ve Türkiye’ye aşık bir siyasetçinin adıdır.

-Milli ve Manevi değerlere bağlı (Millici) , hayatın merkezine dini ve ahlakı koyan, güçlü iman ve ihlas sahibi, bu alanda samimi ve dürüst olmanın adıdır.

-Müslümanlara karşı daima müşfik ve yumuşak, İslam düşmanlarına karşı çıkan gür sesin adıdır.

-Türk ve İslam dünyasına Ümmet ve cihat şuurunu tekrar hatırlatan ve aşılayanın adıdır.
­
-Türkiye’de ve dünyada adil bir bir sistemin kurulmasını savunan ve bunu her ortamda dile getirenin adıdır.

-‘’Siyonizmin’’ bir mikrop olduğunu ümmetin belleklerine kazıyanın adıdır.

-1969 seçimlerinde Adalet partisine milletvekili adayı olarak müracaat ettiğinde, genel başkan Süleyman Demirel tarafından veto edilen, bunu  üzerine Konya ilinden bağımsız aday olarak  iki milletvekili getirecek kadar oy alarak seçilmenin adıdır.

-Siyası hayatı boyunca kurduğu veya görev aldığı beş siyasi partiden ( Milli Nizam Partisi (1970-1971) , Milli Selamet Partisi (1973-1981) , Refah Partisi (1987-1998) , Fazilet Partisi (1999-2003) ve Saadet Partisi (2003-……)  dördü ‘’ırtıca’’ gerekçesiyle haksız  ve adaletsiz şekil de kapatılan , siyasetten men edilen siyasetçinin adıdır.

-Siyasi hayatı boyunca kendisine karşı yapılan tüm haksızlıklara, hakaretlere ve eleştirilere karşı hiçbir şekilde olumsuz manada bir karşı girişimi olmayan abide insanın adıdır.

-Toplu iğne üretmesini bilmeyen bir millete motor yapmasını öğretenin adıdır.

-Türkiye’de ‘’Milli Ekonomi, Ağır Sanayi, Adil Düzen’’ diyenin adıdır.

- Allah demekten hızla uzaklaşan nesillere “BİSMİLLAHİRAHMANİRRAHİM” diyerek yeniden Hak yola yönelmesine vesile olmanın adıdır.

... TÜRKİYE’DE VE  İSLAM DÜNYASINDA  ÜMMETE YÖN VEREN İSTİKAMET GÖSTERMENİN ADIDIR NECMETTİN ERBAKAN.

ALLAH ONDAN RAZI OLSUN.


22 Şubat 2015 Pazar

BİR KRİZİN KISA ANATOMİSİ



BİR KRİZİN KISA ANATOMİSİ

Günümüz iktidarını eleştirenlere, bu olayları yaşayanlara, yaşı müsait olmayıp yaşayamayanlara ve konu ile herhangi bilgi sahibi olmayanlara sadece hatırlatma babında….
Bugün 21 şubat günü ve gecesi başlayan ekonomik krizin 14 ‘üncü sene-i devriyesidir.
Türkiye ekonomisinin yaşadığı en büyük krizlerden biri olan Şubat 2001 Krizi, birinci kısmı Kasım 1999 ‘da yaşanan krizinin devamıdır. İlginç olan ise krizin başlangıcıdır. Kriz 19 Şubat 2001 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer’in Dönemin başbakanı merhum  Bülent Ecevit’e Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sırasında   anayasa kitap kitapçığı fırlatması ve bunun başbakan tarafından mızıkçı bir çocuk gibi bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklamasıyla başlamıştır. Bu başlangıç bir kaosa dönüşmüş ve tüm ülkeyi etkilemiştir.
Hala daha etkileri devam etmekte olan bu krizde neler yaşanmış kısa başlıklarla görelim.  
-Türkiye ekonomisi krizin yaşandığı 2001 yılını  % -6 büyüme ile kapatmıştır.
-Eflasyon % 70 olarak geçekleşmiştir.
-İş çevrelerinde büyük kayıplar yaşanmış, binlerce esnaf ,iş adamı iflas etmiş veya işyerlerini kapatmıştır. ( Not:Şirketlerin % 8’ i, işyerlerinin ise % 23’ü kapanmıştır.)
-Yüzbinlerce insan işini kaybetmiş ve işsiz kalmıştır.(Not-1: Kriz öncesi 2000 yılında nüfusumuz 68 milyon iken işsiz sayısı  1,450.000 kişi iken, krizden sonra işsiz sayısı 2001 yılı sonunda 1,900,000 kişiye 2002 yılı sonunda ise 2,400,000 kişiye ulaşmıştır. Not-2: 2014 yılı sonu itibariyle nüfusumuz  yaklaşık 78 milyon olup işsiz sayısı 3.000.000 kişidir.)
-  22 banka batmıştır.Otoritelerce  2001 krizinde  ve sonrasında batan bankaların devlete (Kamu bankaları hariç) 60 milyar dolara mal olduğunu hesaplamışlardır. (Not: TMSF bu paranın şimdiye kadar yaklaşık 20 milyar dolarını tahsil etmiş, 40 milyar dolar hala kayıp durumdadır.)
­-Gecelik faiz oranı % 7.500’lere kadar çıkmıştır.
-Yapılan devalüasyonla TL bir gecede % 40 değer kaybetmiştir.
-Türkiye’de yaşayan halk bir gecede %60 fakirleşirken, krizin galipleri olan faiz ve döviz baroları aynı oranda zenginleşmiştir.
-Devlet tahvil ve bonolarının bileşik faizi %100’ün üzerine çıkmıştır.
-Cari açık 2001 yılında planlananın 3 katına çıkmıştır.
-Bankaların açık pozisyonları  2001 yılında planlananın 10 katına ulaşmıştır.
-Amerikan dolarının  o dönemdeki kuru bir gecede (19 şubatı 20 şubata bağlayan gece) 684,000.-TL’den 960,000.-TL’ ye çıkmıştır. (Not: rakamlar paradan altı sıfır atılmadan önceki rakamlardır.)
-T.C. Merkez bankası 20-21 şubat’ta bankalara  kur 960,000.-TL olmasına rağmen 684,000.-TL’ den yaklaşık 5 milyar dolar satmıştır. (Not-1: bugün faiz ve döviz lobisinin yanında duran bankamız o günde aynı güçlerin yanındaydı. Not-2: Merkez bankasınca satılan dövizin yaklaşık 3,5 milyar dolarlık kısmını yabancı ortaklı bankalar satın almıştır.)
-Türkiye Cumhuriyeti ileri sürülen tüm şartları kabul ederek IMF ile stand-by anlaşması yapmak zorunda kaldı. (Not-1: Türkiye IMF ile toplam 19 kez anlaşma imzlayarak bu alandaki dünya rekorunun da sahibidir. Not-2: Bu anlaşmaların hiç biri Türkiye ekonomisi için çare olamamıştır.)
-Yurtdışından İthal Kemal Derviş İMF’deki görevinden ayrılarak 3/Mart/2001 tarihinde Başbakan Bülent Ecevit tarafından Ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak atanmış ve IMF ile görüşmeler başta olmak üzere Türkiye ekonomisinin bütün dizginlerini ele almıştır.
- Borsa endeksi bir günde %20 değer kaybetmiştir.
-Türkiye’ye gelen yabancı fonların büyük bir kısmı ülkemizden ayrılmıştır.
-Döviz kredisi kullanan vatandaşlarımız yıllarca sürecek dövizzadeler sedromu yaşamıştır.
-Çek, senet,kredi kartı, kredi ödemeleri tarihin en kötü dönemini yaşamıştır.
-Kardeşin kardeşe bile borç vermede imtina ettiği bir dönem başlamıştır.
.....................................
Ve
-Olayların sosyal boyutunda intihar, boşanmalar, yaşadığı şehri-ülkeyi terketmeler v.s. gibi travmalar meydana getirmiştir.  
Allah bu ülkeye böyle şeyler bir daha yaşatmasın…AMİN

UNUTMA…UNUTTURMA